Balear takımadaları, İspanya ana karasından yaklaşık 100-130 nM uzakta yer alan Mallorca, Menorca, Ibiza ve Formentera ile daha küçük bazı ada gruplarından oluşmakta olup en büyüğü Mallorca’dır. Özellikle Mallorca ve Ibiza, Avrupa jet sosyetesinin tercihi ve çılgın olarak nitelendirilen eğlenceleri nedeni ile magazin dünyasının popüler ettiği adalardır. Biz bu gezimizde, sonsuz izlenimi veren kumsalları, akdenizden çok tropikal iklimi andıran havası ve her keseye uygun seçenekleri ile turistleri çeken bu adalardan Mallorca’yı programımıza aldık. Mallorca’nın tarihi çok eskiye dayanıyor, Fenikeliler, Kartacalılar, Yunanlılar ve daha çok da iz bırakanlar Romalılar ve Magribi Araplar ile nihayet Katalan ve Aragon kralları olmuşlar. İspanya iç savaşında Franco’yu destekleyen ada, böylece küçük hasarla badireyi atlatmış ve savaş sonrası kitle turizminden fazlası ile nasibini almış.
Palma’ya ve La Lonja Marina’ya panoramik bakış
12 Eylül’de Ankara’dan, eşim Nilgün’le, sabah saat 06’da Lufthansa’nın Münich aktarmalı Palma seferi ile yerel zamanla öğleyin Mallorca’nın en büyük kenti Palma’ya (Palma de Mallorca) ulaştık. İlk defa kullandığımız Münich havaalanında pasaport kontrolüne; indiğimiz dış hatlar terminalinde değil, buradan, önce uzun yürüyen merdivenlerle ulaştığımız terminal içi trene binerek gittiğimiz, Palma uçağının kapısının (Gate K) olduğu, iç hatlar terminaline girerken uğradık. Uçuşa ait tüm biletleri doğrudan kendisinden aldığımız Lufthansa, Ankara-Münich seferini kendi adı ile, Münich-Palma uçuşunu ise Eurowings ile gerçekleştirdi. Sorunsuz bir uçuşla, önce sivri tepeli ve heybetli Alp’ler, daha sonra da Akdeniz’deki yol boyunca bulutlar üzerinden seyrederek Palma’ya indik; kapalı ancak sıcak ve aşırı nemli bir hava bizi karşıladı. Taksi ile 16 euro’ya, otelimizin olduğu Platja (Playa) de Palma denilen, Palma’nın doğusundan, güney-doğusundaki S’Arenal bölgesine uzanan plajlarına geldik. Bu bölge yaklaşık 10 km uzunluğunda ve 200 m genişliğinde ince beyaz kum ve tertemiz sığ plajdan oluşuyor. Plaj otel ve/veya şezlong-şemsiye mafyası tarafından işgal edilmemiş, tamamen halka açık. Plaja paralel, araç trafiğine kapalı, güzel düzenlenmiş koşu ve bisiklet yolunun hemen arkasında kafe, restoran ve oteller sıralanıyor. Bir çeşit İspanyol şampanyası diyebileceğimiz Cava ikram edilerek karşılandığımız otelimiz, hemen plajın arkasında ilk sırada yer alan, deniz manzaralı. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra, zaman zaman yağan yağmur altında uzun yürüyüş yaparak çevremizi tanıyalım gezisine çıktık. Plajın sonlarına doğru, Almanların daha çok tercih ettikleri oteller ve kendinizi sanki Almanya’da gibi hissettiren, özel klüpleri, streap-tease barları, birahaneleri ile, ve olağanüstü gürültülü eğlenen, fasching havasında giyinmiş kadın-erkek turistlerle dolu bölge var, çılgın eğlence (!) dedikleri buralarda olsa gerek, dolaşıp geri döndük. Benzeri mekanların ve eğlencelerin Palma’nın hemen batısındaki Magaluf bölgesinde de olduğunu öğreniyoruz. Daha sonra otelin önünden geçen ve tüm plaj bölgesini boydan boya kat eden 25 numaralı otobüs ile kişi başı 1.5 euro’ya şehir merkezine gittik. Otobüs duraklarının üzerinde otobüsün yönünü ve seyir duraklarını gösteren tabelalar var, takip kolaylığı getiriyor.
Playa de Palma’da gün batımı
Palma’nın merkezinde hemen deniz kıyısındaki tepede ve Palma’ya denizden yaklaşırken uzaklardan da görülen gotik mimarisi ile The Cathedral of Santa Maria of Palma (La Seu da deniyor) yer alıyor. Havuzu ve yeşilliği ile güzel bir park olan Parc de la Mar’a bakan katedral, Aragon kralları tarafından 13. yy’da, bir roma akropolü üzerinde, arap müslümanlardan kalan caminin yerine yapılmaya başlanmış, ancak 17. yy'da bitirilebilmiş. Zaman zaman resmi törenlerde kullanılan La Almudaina Kraliyet Sarayı ve Piskoposluk Sarayı arasında yer alıyor ve giriş 9 euro. Katedralin 1901 yılındaki restorasyonunda Antoni Gaudi de, 1914’e kadar, projede yer almış ve kendine has tarzı ile bir şapeli üstlenmiş, katedralin en ilginç yanı bu kısım idi.
Eski kent, katedral çevresinde yerleşmiş, Barcelona’daki Gotik Bölge’ye benzeyen dar sokakları, sarı boyalı binaları ile çok sevimli bir yer. Her sokakta birden fazla Mallorca incisi dükkanı var. Mallorca incisi, adanın turizm yanında en önemli gelir kaynağı olan, fabrika üretimi nedeni ile doğal ve kültür incilerine göre ucuzluğu ile ünlü, ancak üst kalitede olanları tercih edilebilecek derecede düzgün ve gösterişli. Arada, Mallorca incisi yanında, gerçek inci de satan mağazalar mevcut ve burada, aradaki farkı kolaylıkla görebiliyorsunuz. Bunlardan biri olan PerlArt Majorca Pearls’de kendisi 25 yıldır buraya yerleşik bir Türk olan Remzi bey’den dünyanın en kaliteli ve pahalı incilerinin Tahiti ve bunu takiben Japon incileri olduğunu, genellikle sarı ve beyaz altınla kullanıldıklarını, bunları ise gümüşle kullanılan nispeten daha ucuz Çin incilerinin izlediğini öğreniyoruz. Mallorca incilerinin, balık pulları, jelatin vs kullanılarak, fabrikada %100 insan yapımı, yapay inciler olduklarını, zaten Mallorca’daki bazı satıcıların iddia ettiği gibi, Akdenizde doğal veya kültür incisi üretiminin olmadığını, en değerli olanların, artık azalmış olarak, istridyede (oyster) kendiliğinden oluşan doğal (natürel) inciler olduğunu, ama günümüzde çoğunlukla sıcak ve tropikal denizlerdeki çiftliklerde üretilen kültür (cultivated) incileri olduğunu belirtiyor. Bu mağazada tüm bu incilerin örneklerini görerek, elle hissederek aralarındaki kalite farkını anlamak mümkün oluyor. Kentte dolaşırken, eski bir kale kalıntısı üzerinde yer alan “Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi” olarak kullanılan Es Baluard’ı, Banys Arab denilen, 10.yy’da Magribi araplardan kalma hamamları ve merkezin 3 km batısındaki, belediye otobüsü ile veya uzun yürüyüşle ulaşılabilen Castell de Bellver denilen 14.yy’da Mallorca kralının yaptırdığı gotik kaleyi görmek mümkün. Diğer yandan, eski kentin nihayetine doğru Barcelona’da da gördüğümüz Plaça Major denen dikdörtgen biçimli bir meydanı çevreleyen ve altlarında lokantaların olduğu eski yapılar yer alıyor, ancak bize çok ilginç gelmedi.
Palma’da zaman, arada yağan sağanak yağmurdan bir kafeye sığınarak, güneş açtığında ise temiz, sığ kum plajlarında denize girerek geçiyor. Akşamları ise, çılgın eğlence anlayışından uzak, mazbut Türk Vatandaşları (!) olarak, yerel kafelerde kahve/bira tadımlıyarak geçiriyoruz.
15.09.2018
Bugün öğleyin otelde check out yapacağız. Odamızın deniz manzaralı balkonunda kahvaltı sonrası sabah kahvesini içerken, plajda çok net bir şekilde bir köpek balığının yüzgecini ve zaman zaman su üzerine çıkan ağzını izleme şansını yakaladık. Sığ plaj boyunca, daha ileri saatlerde insanların yoğun olarak yüzdükleri sahile 3-4 m mesafede, kıyıya paralel olarak gözümüzün önünde yol alarak görüş alanımızdan çıktı. Koşu yolundaki insanlar da durup onu izlediler. Bu arada Nilgün, temmuz ve ağustos aylarında da, Mallorca plajlarında beyaz diş köpek balığı görüldüğüne dair haberleri gazetelerde, buraya gelmeden önce okuduğunu ifade etti. Bir süre boş kalan plaj, daha sonra her zaman ki müdavimleri ile doldu. Artık ayrılma vakti…
Bugün Palma merkezindeki, tekneyi teslim alacağımız, La Lonja Marina’nın önündeki Cafe Pesquero adlı kafede seyir ekibimiz olan, başta kıdemlilerimiz Ayten-Murat Alev olmak üzere Gönül-Tuna Aksel ve Deniz-Fuat Tiniş kaptanlarla buluştuktan sonra 4 kamaralı Benetau 45 teknemize ulaştık. Murat ve Ayten Kaptanlar bir önceki seyir nedeni ile zaten buradalar, diğer kaptanlarımız bugün Barcelona’dan uçuşla geldiler. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra Murat ve Tuna Kaptanlar tekne için alış-verişe giderken ekibin diğer üyeleri şehirde gezmeye çıktılar. Kent, özel bir kutlama nedeni ile çok renkli, hareketli; kurulu çadırlarda yiyecek reyonları, ortada canlı-yerel müzik grupları ile cıvıl cıvıl… Palma kent merkezinde çok sayıda marinadan biri olan La Lonja Marina oldukça büyük, ancak Türkiye’deki marinalarda görmeye alıştığımız konfordan uzak; tuvalet-duş için konteynırlar koymuşlar, duşların önü açık ve az sayıda, kabinlerde eşya koyacak yer yok ve eşyalarınızı çıplak olarak çıktığınız ortak alana bırakıyorsunuz. Alman denizciler bu durumdan hiç rahatsız değiller, ortada anadan üryan geziyorlar. Akşam yemeğini marina yakınında, Plaça de la Llotja denilen ve bir köşesinde meydana adını veren, 15.yy’da Guillem Sagrera tarafından, ticaret erbabı lonjası olarak yapılmış, içindeki sütunların palmiyeyi andırdığı, gotik mimarideki, La Llotja’nın olduğu meydanda, Restaurante Caballito de Mar isimli deniz mahsülleri lokantasında yedik. Levrek, dil balığı ve deniz ürünlü paella ile yerel şaraptan oluşan yemek, mükemmeldi, sohbet neşeliydi, ancak bu gezideki en pahalısı idi. Ardından olağanüstü nemli ve kapalı, zaman zaman yağışlı havada, teknede geceledik.
16.09.2018 (Seyir haritası, Rota-1)
Sabah 06’da uyandık, havuzlukta açık büfe mükellef bir kahvaltıdan sonra saat 08 gibi iskeleden avara olduk. Hava kapalı ve durgundu. Hava yetersiz olduğundan 20 nM’lik motor seyri ile, adanın güney-batı ve güney sahillerini izleyerek, ilk durağımız olan Puerto (Port) de Andraitx’e ulaştık. Adada bazı limanlarda hem özel marinalar (VHF 09) hem de IB (Ports Iberia) (VHF 08, veya rezervasyon için: www.portsib.es) adı verilen belediye marinaları mevcut. Biz daha ucuz olduğu için IB’leri tercih ettik. Özellikle yüksek sezonda yer bulma sıkıntısı nedeni ile marinalarda birkaç gün önceden rezervasyon gerekirken, bazılarında vakitlice gelindiğinde yer bulma sorun olmayabiliyor. Port D’Andraitx’de soldaki limana giriş ana mendireğini geçince, iskelede özel, Club de Vela Marina, sancakta ise IB Marina var. VHF 8’den aradığımız IB marina, ancak neredeyse kendi mendireğine (Fl 4G 12s7m1M) gelince, yanıt verdi; yer varmış, mendireğin arkasına yanaşmamız istendi. Biz mendirekte yardım edecek bir görevliye bakınırken, olmadığını görüp, kendimiz tonoz alarak kıçtan kara olduk. Adada charter teknelerin her uğradıkları limanda transit loglarını ve mürettebat pasaportlarını liman idaresine ibraz etmeleri gerekiyor, zira özerk ada oldukları için bu işlem, yasadışı göçmenlik durumlarına karşı aldıkları bir önlem imiş. Limanda hemen liman ofisinin yanında saat 08’de açılan ücretsiz tuvalet-duş mevcut, ancak akşam 20’den sonra kapalı, kafelerde bir şeyler içerek oranın tuvaletini kullanmak mümkün.
Port d’Andraitx, çok güzel sahil kafeleri ve koya paralel arka sokaklarında butiklerin, lokantaların ve modern sanat galerilerinin olduğu, koyun karşı kıyısında ise lüks yazlıkların bulunduğu sevimli bir liman. Esas yerleşim yeri olan Andraitx yaklaşık 4-5 km içerde tepelik bir alanda yer alıyor. Limandan kalkan belediye otobüsü ile 1.5 euroya oraya gittik. Bir meydana açılan dar sokakları, 2 katlı rengarenk sevimli evleri ve en yüksek alanda yer alan kilisesi ile, görmeye alışık olduğumuz bir Avrupa kasabası havasında.
Andraitx’de köy meydanında sangria keyfi..
Meydandaki bir kafede pizza yiyip, saat 22 civarında tekrar belediye otobüsü ile limana döndük. Döndüğümüzde gördük ki, gündüz in-cin top oynayan liman tam bir şenlik yeri olmuş. Bir köşede genç bir tenor aryalar söylüyor, bir evin daracık balkonunda bir kadın sanatçı gitar ve saksafon eşliğinde jazz parçaları seslendiriyor, insanlar kafe-restoranlarda, her yer neşeli kahkalarla çınlıyor… Ekibimiz yorgun, bir kısmımız hemen teknede uykuya geçerken, biz, Deniz-Fuat Kaptanlarla birlikte biraz dolaşıyor, canlı müziğe yakın oturacak yer arıyoruz, ama geç kalmışız, sokakda dinliyoruz ve sonra geceyi sonlandırıyoruz. Ponton soluganlara kapalı; çok rahat bir geceleme oluyor.
17.09.2018 (Seyir haritası, Rota-2)
Sabah 07’de iskeleden avara olduk. Kuzeye yöneldiğimizde pruvamızda milli park Dragonera adası (Isla Dragonera), dikkatli bakınca ejderhaya benzerliği ile, gerçekten denizcilerin hayal gücünü yansıtıyor. Bunu iskelemizde bırakarak rotamızı kuzey-doğuya yöneltiyoruz. Halen hava zayıf, motorla seyir yapıyoruz. 17 nM ilerde, rehber kitapta Frédéric Chopin ile sevgilisi George Sand’ın bir süre birlikte yaşadığı, bu dönemde Chopin’in “Prelude”’ünü bestelediği, George Sand’ın “Mayorka’da Bir Kış” adlı eserini yazdığı orman ve dağlar arasındaki kasaba Valldemossa’nin limanı Cala d’Valldemossa (ve Port d’Valldemossa)’yı ve buradan 1 nM ilerdeki M.Douglas-C.Zeta-Jones çifti gibi bazı ünlülerin çok pahalı yazlıklarının da olduğunu magazin basınından bildiğimiz s’Estaca adlı balıkçı köyünü sancağımızda bırakarak, yüzme ve kahvaltı molası vereceğimiz yaklaşık 2 nM daha ilerdeki Cala Foradada koyuna ulaşıyoruz. Bu arada Murat Kaptan İspanyolca’da cala’nın koy, badia (bahia)’nın ise körfez demek olduğunu söylüyor, görüldüğü gibi biz, real-time bilgi kaynağımızla birlikte seyir yapıyoruz. Cala Foradada, ortasında rüzgarın ve konglomerat malzeme yapısının çökmesinin yol açtığı kocaman bir delik olan çizme biçimli bir yarımadanın (Peninsula de la Foradada) kuytusunda, havuz gibi durgun ve tertemiz bir koy. Deniz tabanında, bizim eriştelik diyerek küçümsediğimiz, ancak buralarda ne kadar önem verildiğini ve ekosistemin korunması için öneminden dolayı bunu da hakettiğini, daha sonraki günlerde ve hatta neredeyse başımız hukuki olarak derde girebilecek duruma gelerek öğrendiğimiz posidonia (posidonia oceanica) öbekleri ile yer yer kumluk alanlar çıplak gözle görülebiliyor. Hem posidonialara zarar vermemek, hem de mevzuat olarak bu zorunlu olduğu için, kumluk bir alana demir atıp kısa zincir bırakıyoruz. Tepede Mirador de sa Foradada denen bir seyir terası ve lokantası da var. Bizden başka bir dalgıç teknesi dışında kimsenin olmadığı burada, açan güneşten de yararlanarak, keyifli bir sabah geçirerek, yüzüp kahvaltımızı yapıyoruz.
Cala Foradada’dan görünümler; bir tarafı yemyeşil, diğer tarafı turkuaz deniz…
Bundan sonraki durak yaklaşık 4 nM ilerdeki Port de Soller. Güzel koyları ve kıyıyı izleyerek buraya varıyoruz. Port geniş ve saklı bir koy olup Franco İspanyası’nda deniz üssü olarak kullanılmış. Koy ağzına gelince, güney-doğu istikametinde (126.5º M) bakıldığında koyun kara kısmındaki fener (WRG 4s49m3M) hedeflenip seyir yapıldığında, her hava koşulunda tehlikesizce koya girişin mümkün olduğunu rehber kitap yazıyor; biz navigasyon cihazını kullandık. Hemen Ports IB’nin yüzer pontonunun iç kesimine tonoz alıp kıçtan kara olduk, pontonun diğer tarafı halka açık ince kum plaj. Limanda, başında kimsenin beklemediği ancak 50 c atılacak kutunun olduğu ama kimsenin para atmadığı tuvalet-duş var (daha çok turistlere yönelik). Ayrıca teknecilere yönelik, pontonların arasında, 24 saat açık ücretsiz duş-tuvalet mevcut. Sahil boydan boya kafe-restoranlarla dolu. Bu küçük yerde, olağanüstü kalabalık turist kafilelerini görmek şaşırtıcı geldi, ancak Nilgün Kaptan, Mallorca’nın yıllık 20 milyon turist aldığı bilgisini paylaşınca hak verdim. Liman ile yaklaşık 7-8 km içerdeki esas yerleşim yeri Soller arasında 1914’ten beri çalışan nostaljik tahta tramvay var, kişi başı 7 euroya ağaçlıklar, yeşillikler arasından geçen raylarla merkeze ulaşabiliyorsunuz. Tramuntana dağları arasındaki bu kent, zeytin, portakal ve şarap merkezi olup, burada mayıs sonu haziran başında portakal festivali (Fira Taronja) düzenleniyormuş. Kent meydanı olan Plaza de sa Constitució’nun bir köşesinde değişik mimarideki Banco Santander binası, meydanın hemen arkasında ise Iglesia de Sant Bartomeu isimli ön cephesi çok sevimli bir mimariye sahip kilise mevcut. Meydanda tapas denilen İspanyol mezeleri ve bira ile geç öğlen yemeği molası sonrası ayrılarak, zaman zaman hafif çiseleyen yağmur altında, kenti geziyoruz. Soller, dar sokakları ve dokunulmamış mimarisi ile klasik bir eski Avrupa kenti. Buradaki tren istasyonundan Palma’ya yine nostaljik tahta trenle ulaşım mümkün. Küçük tren istasyonundaki gösterişsiz iki ayrı küçük sergi salonunda kübist Pablo Picasso’nun seramiklerini ve Mallorca’da ölen sürrealist Joan Miró’nun resimlerini görmek oldukça şaşırtıcı oluyor. Akşam üzeri Soller’den Port d’Soller’e dönüşü taksi ile yapıyoruz, taksi ücreti 9 euro, tramvaydan çok ucuza geliyor. Limandaki bir lokantada levrek ve şarap ile güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Sabah erken kalkacağız, zira bu gezideki en uzun seyrimiz olacak.
Soller meydanı
18.09.2018 (Seyir haritası, Rota-3)
Sabah 06 civarında, biz 4 erkek kaptan uyanıp yola çıkış hazırlığı yapıyoruz, diğer kaptanlarımız, geceden anlaştığımız üzere, yataklarından çıkmıyorlar. Hava kapalı, uzaktan gidiş yönümüzde yer yer çakan şimşeklerin ışığını görüyoruz, kara bulutlar var. Saat 07 gibi palamarları çözüyoruz, limandan çıkışta deniz sakin, hava yok, uzun süre motorla ilerliyoruz. Adanın kuzey sahili dik yarlar şeklinde denize inen oldukça yüksek dağlarla kaplı, aralarda gerektiğinde sığınmaya müsait olmayan küçük girintiler var. Uzun süre kapalı ancak sakin denizde ilerliyoruz, bunun yarattığı biteviyelik uykumu getiriyor, zaten gecenin yorgunluğunu atamadan erken de kalkmışım, kamaraya girip biraz uyumaya geçiyorum. Yaklaşık 40-45 dakika sonra teknedeki ani çalkantı, gürültü ve her tarafından çıkan gıcırtılarla uyanıyorum, lumbozdan bakınca teknenin pruvasının dalgalara gömülüp çıktığını görmemle birlikte her yalpada karşı duvara çarparak hemen havuzluğa koşuyorum. Çıkınca olayın vehametini anlıyorum, gökyüzü simsiyah, 32 Kn hava ve bunun kaldırdığı deniz, şiddetle yağan ve havuzluğu örten tentenin suya mukavemetinin olmaması nedeni ile tepemize şakır şakır düşen sağanak yağmur…Kaptanlar durumu özetliyor; meğerse uzaktan kuzey-doğudan rüzgarın geldiğini gösteren kuzu başları başlayınca yelken açmaya karar vermişler, ancak yelken açılıp trim yapmaya vakit bulamadan öyle bir şiddetle 30-35 Kn hava basmış ki, tutmaya çalıştıkları ana yelken iskota halatı ellerinden kurtulup önce Tuna Kaptanın bacağına şiddetle dolanıp sıyrılmış, onun bacağında ve Murat Kaptanın eldivenine rağmen elinde yanığa sebep olmuş, neyse ki sadece deri yanığı ile ucuz atlatılmış; zorlukla yelkene camadan vurabilmişler. Camadanlı yelkenle 2-3 m’lik dalgalar arasında bir o yana bir bu yana yalpalayarak, kafa batıp çıkarak ve iliklerimize kadar yağmur ve serpinti ile ıslanarak, bir ara 8.2 Kn hıza ulaşarak, yaklaşık yarım saat süren bu ani fırtınadan çıktık…Murat Kaptan bu fırtınanın tramontana olduğunu belirtiyor. Rehber kitapta tramontana için; kuvvetli, kuru, özellikle kışın soğuk esen bir rüzgar olduğu, Fransa kıyılarında mistral olarak isimlendirildiği, sessiz ve sakin güneşli bir yaz gününde ise 15 dakika gibi kısa sürede ve önceden hiçbir belirti vermeden aniden gelebilen ve zaman zaman 10 B (50 Kn) şiddete ulaşabilen fırtına kuvvetinde, tekneler için tehlikeli olabilen bir rüzgar olduğu yazıyor. Fırtınadan çıktıktan sonra, temposu düşen bir yağmur altında, motor yelkenle 35 nM yaparak adanın en kuzey ucu olan Cap de Formentor’u dönerek doğu yakasına ulaştık, hava birden mülayimleşti, yağmur dindi, rüzgar kaldı, deniz sakinledi, kısa bir mesafede bu kadar mı değişiklik yaşanır? Enteresan!
Fırtınadan sağ-salim çıkış anısı…
Uyuyan ve böylece fırtınanın rahatsız edici etkilerini daha kolay tolere eden kaptanlarımız da uyanıp havuzluğa çıktılar. Birazdan Cala En Gossalba isimli koyda, posidoniaları gözeterek kumluk bir alana demir attık, kısa zincir bıraktık.
Cala En Gossalba’da deniz: kumluk alan ve etrafındaki posidonialar (koyu alan) çok net görülüyor
Bırakılan zincir tabii ki kumdan sonra, üzerine geleceği posidonialara temas edecek, bunu önleyecek bir yöntem yok, ama posidonialara demir kadar zarar vermiyormuş. Bizim memlekette demir aldığımızda, zaman zaman bu posidoniaları da demire takılı olarak deniz tabanından söktüğümüz aklıma geldi, kendi adıma üzüldüm.
Koyda sadece biz varız. Çok neşeli bir zaman dilimi geçiriyoruz; hava zaman zaman güneşli, ılık, deniz havuz gibi berrak ve balıkları çıplak gözle ayrıntılı görecek kadar saydam…Ayten ve Gönül Kaptanlar su balesi (!) yaparak eğleniyorlar… Deniz o kadar güzel ki, her zaman, bir an önce tekneye çıkmak isteyen Nilgün Kaptan bir türlü denizden çıkmıyor, tekneye kadar gidip gidip tekrar geri dönüyor…O gün çocuklar gibi şendik… Herkes mutlu-mesut, birazdan olacaklardan habersiz…Tekneye çıkıp yemek hazırlığına başladığımız zaman uzaktan bir sürat botunun bize yaklaştığını görüyoruz; hükümete ait kıyı koruma botu, üzerinde güneş gözlüklü, artistik havalarda bir görevli, bir yandan bizim tekneyi kameraya alıyor, bir yandan kameraya konuşuyor.. Yaklaşıp posidonialara demir attığımızı söylüyor, Murat Kaptan durumu izah eden yani kumluk alana attığımızı ve buna da izin olduğunu söylüyor ama görevli ısrarcı. Bir yandan elinde denizin altını gösteren bir araçla bakıyor, diğer yandan Murat Kaptan’a “sen posidonianın ne olduğunu biliyor musun?” diye soruyor. O da bizde tanımlandığı şekli ile “seagrass-deniz çayırı” olduğunu söyleyince adeta çıldırıyor; “hayır, hayır, onlar çiçeklerdir, tıpkı sizin balkonunuza koyduğunuz çiçekler gibi” diyerek teknemizin etrafında botuyla süratle dört dönüyor, biz de onu takip edebilmek için bir sancak bir iskeleye dönüyoruz. Sahne bir yanıyla o kadar komik ki ama öbür yanıyla da bir o kadar trajik zira ucunda ciddi cezalar var… Adam eğiliyor su altını gösteriyor, posidonialara demir attığımızı iddia ediyor, Murat Kaptan bağırıyor; posidonialara değil, kuma demir attığımızı söylüyor…Bu böyle 10-15 dakika sürüyor ve sonunda görevli Murat Kaptan’a hak veriyor, durumu kabul ediyor ama Murat kaptan ısrarlı olmasa idi, herhalde, ciddi bir durumla karşılaşacak idik. En sonunda iş tatlıya bağlanıyor, gezimizin bundan sonraki kısımlarında adamın söylediği “no, no, it is a flower..” cümlesi ağzımıza pelesenk oluyor… Bundan sonra rotamızı değiştiriyoruz; Badia (Bahia) de Pollença (Pollensa)’a yönelmek yerine biraz daha yol, 20 nM kadar, yapıp adanın doğusundaki Cala Rajada’ya gitmeye karar veriyoruz. Seyrin bu kısmında tüm mürettebat havuzlukta, zaman zaman yağmur altında yol alıyoruz. Hava 12 Kn estiğinde 7 Kn’a ulaşan yelken seyri ile ve hava kalınca da motor-yelkenle devam ederek yağmurun durup, güneşin açtığı akşam üzerinde hedefe ulaşıyoruz.
Cala Rajada yolunda, herşey ıslak, ama ne gam; dümendeyim…
Şamanik ritüele hazırız; hugh ulu manitu !
Cala Rajada’da VHF 8’den anons yaptığımız IB’de yer olduğunu öğrenince havuzluktan “oley” sesleri yükseliyor. Burası sınırlı sayıda tekneye bağlanma imkanı sunan ama çok ciddi solugan alan bir liman. Çalkalanarak kıçtan kara oluyor ve kendimizi, 55 nM’lik kötü hava, uzun ve zorlu seyir sonrası hemen karaya atıyoruz. Havuzlukta çalkantı o kadar çok ki, mide bulantısı yapıyor; bakalım gece nasıl geçecek? Hemen karşımızda tek tuvalet ve iki duştan oluşan mekan ve yanında bar var. Mendirekte rengarenk duvar resimleri dikkati çekiyor. Şehirde kısa bir tur sonrası akşam yemeği öncesi güzel manzaralı bir yerde aperatif içkilerimizi yudumluyoruz, ardından bir İtalyan restoranında, bir değişiklik olsun diye (!) pizza yiyoruz...Artık adanın doğu yakasındayız…
Rajada hatırası
19.09.2018 (Seyir haritası, Rota-4)
Oldukça sallantılı ve konforsuz geçen geceden sonra saat 07 gibi palamarlar çözüldü. Zaman zaman güneşli, çoğunlukla bulutlu fakat yağışsız havada motor, motor-yelkenle adanın doğu kıyıları boyunca güzel manzaralar eşliğinde seyrettik. Öğle yemeği ve yüzme molasını, Cala Manacor (Manacor kenti ünlü tenisçi Rafael Nadal’ın memleketi), Porto Cristo gibi nisbeten daha popüler yerleri görüp pas geçerek, 15 nM güneydeki Cala Magraner’de veriyoruz. Burası da havuz gibi, kumluk ve posidonialı bir koy. Bizden başka kimse yok. Posidonialara dikkat ederek kumluk alana demir atıyor ve hemen suya atlıyoruz. Koyun bize göre iskele tarafındaki kayalıklarda bir yabani keçi ailesi var, denize dik inen kayalıklarda otluyorlar. Baba keçi yavru keçiye uygun bir dille (!) kıyıya çok yaklaşmaması için uyarıyor. Bu sırada suyun içinde, Fuat Kaptan “keçinin rengi ruhuna yansımış” deyince hep beraber kahkaha ile gülüyoruz; demek ki diyorum deniz, insanı doğanın ruhunu görebilecek kadar romantikleştiriyor…Deniz sonrası ton balıklı salata ve soslu kuru fasülye ile öğle yemeğimizi ifa edip demir alıyoruz.
Cala Magraner
Yine sayısız güzel koyları (cala) izleyerek, rota üzerinde 10 nM mil ilerdeki Cala Mondrago’ya giriyoruz. Burası tek bir ağızla açılan 3 ayrı küçük koy. Taban çoğunlukla kumluk, çok az sayıda posidonia odağı var. Muhtemelen bu nedenle çok sayıda tekne demir atmış, denizi de Mallorca’da ilk defa kirli görüyorum. Hava da kapalı olduğu için kimse yüzmeye niyetlenmiyor, bira molası sonrası demir alıyoruz.
Hedefte, 2 nM mil daha güneyde, geceyi geçireceğimiz Cala Figuera var. Burası bir fiyort. Sancakta bir radarın olduğu, iskelede ise bizim memlekette sıklıkla görmeye alıştığımız bir doğal güzelliği mahveden yüksek katlı çirkin betonarme bir otel binasının olduğu dar bir ağızdan fiyorta giriş yapıyoruz. İçeri girince manzara birden değişiyor. İki taraf olağanüstü yeşil, arada doğayla uyumlu, kırmızı kiremit damlı küçük evler ve balıkçı kayıkları ile son derece sevimli bir balıkçı köyü… Tepelere doğru muhtemelen yazlık olarak kullanılan ama sırıtmayan boyutta evler… Hemen karşımızda, ancak 5-6 teknenin bağlanabileceği küçük mendirek var, 2-3 gün önceden rezervasyon yapmadan bağlanamıyorsunuz, ki bizim yer ayırtılmış durumda. Bundan sonra fiyort ikiye ayrılıyor ve her ikisinin kenarlarında altında kayıkhanelerinin olduğu sevimli ve bakımlı balıkçı evleri mevcut. Her iki kolda da giderek, su sığlaşarak nihayet buluyor.
Figuera; sağda bağlandığımız iskele, girişte ucube otel binası…
Fiyortun çepeçevre etrafında, bazı yerlerde suya tahta kazık çakarak devamlılığı sağlanmış, yürüme yolu var, bu yolu izleyerek tüm fiyortu dolaşıyoruz; yol üzerinde yer yer bazı sehpalar konulmuş üzerinde de o noktadan çekilmiş, muhtemelen 1960’lara ait fotoğraflar yerleştirilmiş. Bunları şu anki durumla karşılaştırabiliyorsunuz; “nereden nereye!” demeden geçemiyor insan. Mendirek arkasında balıkçıların ağları, soğuk hava depoları ve bizzat balıkçıların kendileri… 10 euro depozitolu kartla giriş yapılan, tertemiz ve bu gezideki, bize göre, en konforlu (aramızda “en medeni” olarak nitelendirdiğimiz) tuvalet-duş burada: duşlar ayrı kapıları olan 2 kabin şeklinde, tuvalet geniş… “Çevremizi tanıyalım” gezisi sonrası koy manzaralı bir kafede içkimizi yudumluyoruz, sohbet teoloji alanında koyulaşıyor.
Akşam, yine önceden yer ayırttığımız koy manzaralı bir lokantada. Şarap eşliğinde bazılarımız dil balığı yerken benim de aralarında bulunduğum bazılarımız lambuka yiyoruz. Murat Kaptan bu balığın bizim sularımızda da çıktığını ancak bizde ekonomik değerinin olmadığını söylüyor. Garsona sorunca, bunun kendi sularında çıktığını, ekim-kasım gibi buraları terk edip okyanusa geçeceğini söylüyor. O anda okyanus fatihi Atasoy’ların “Uzaklar” kitabında bundan dorado diğer adıyla mahi mahi balığı diye söz edildiğini ve okyanusun en lezzetli balıklarından olduğunu yazdıklarını hatırlıyorum. Bana göre tadı olağanüstü değil, ama güzel, biraz kolyozu andırıyor. Yemek çok neşeli geçiyor; gecenin konusu şaka şeklinde de olsa Atlantik geçişi. Bunun için Cape Verde’den seyre başlandığını söylüyorum, ancak buraya ulaşmak için bile, Cebelitarık’tan Kanarya adalarına ve buradan da eski Portekiz sömürgesi Cape Verde adalarına kadar 1500 nM’lik seyir yapmak gerektiği ortaya çıkıyor. Uzun süre espriler, karşılıklı takılmalar, özellikle eşlerden gelen imalı ve tatlı itirazlar arasında, Cape Verde’den değil de Cafe Verde’den (!) başlanması uygun bulunuyor. Neşeli geçen yemek ileri saatlerde sonlanıyor. Geceleme teknede; kıpırtısız denizde çok rahat geçiyor.
20.09.2018 (Seyir haritası, Rota-5)
Sabah erken kalkıldı, havuzlukta kahvaltı ve kahve faslı sonrası 09 gibi palamarlar çözüldü. Bugünkü rotamız, Cala Figuera’dan sonra muhteşem yeşil renkli deniz manzaraları eşliğinde adanın doğu yakasını geçip, Cap de Ses Salines burnundan dönerek güney yakasına gitmek. Adanın tuz yataklarına komşu, denizin içlerine doğru sivri bir burun gibi uzanan ve ucunda fener olan bu burnu geçince 8 nM mil güneydeki Cabrera Adasına (Isla de Cabrera) yöneliyoruz. Bu bölge, girişinde fener bulunan, en büyükleri Cabrera (keçi adası) ve Conejera (tavşan adası) olan adalar grubu ve milli park olup tekne için önceden alınan özel izinle girilebiliyor, zira aynı zamanda askeri nitelikte. Teknemiz charter teknesi olduğundan 1 yıllık bölgeye giriş izni var. Cabrera adasının ortasında, geniş bir ağızla girilen, geniş bir koy (Puerto de Cabrera) var. Girişte soldaki yüksek tepede 15-16. yy. da müslümanlara karşı yapılmış gözetleme amaçlı kale (Castillo de Cabrera) görülüyor. Adanın trajik bir geçmişi olduğunu Murat Kaptan anlatıyor; Napoleon tarafından işgal edilen İspanya, 200 yıl önceki savaşta Fransızları yenince, İspanyollar 14.000 Fransız askerini esir olarak bu adaya getirip, açlık-susuzlukla ölüme terk etmişler. Bunlardan sadece 3.000 kadarı sağ kurtulabilmiş. Üzerinde İspanyol bayrağı olan yukardaki kaleye çıkarken sağ tarafta, ölenlere ait bir mezarlık ve Fransızların diktiği kutsama haçı var.
Cabrera adasından izlenimler
Koyun iskeleye yakın kısmında yeşil şamandıralar, günübirlik gelenler için ve ücretsiz, ama en geç saat 17’de boşaltmak gerekiyor. Onun dışında teknelerin boyuna göre renkleri farklı ve ücretli, geceleme için kullanılabilecek şamandıralar koya yayılmış durumda. Puerto de Cabrera’da yeşil şamandıralardan birine bağlandık ve 3 ayrı seferde mürettebat, botla kıyıya ayak bastı. Ben ve Nilgün ile Murat ve Fuat Kaptanlar yürüyerek kaleye tırmanıyoruz, diğerlerimiz iskelede Cantina isimli restoran-barda kalıyorlar.
Kaleden manzara müthiş, ortadaki koy havuz gibi, bir İsviçre gölü veya bizim Gökova’daki Karacasöğüt Koyu’nu andırıyor. Yol boyu, rehber kitapta Cabrera’ya özgü olduğunu yazan siyah kertenkelelerden çok sayıda görüyoruz. Kale dönüşü biz de Cantina’da yerimizi alıyoruz ve öğle yemeği olarak damak tadımıza en uygun olarak tavuk güveç yiyoruz; bol sarımsaklı ve soğanlar diri kalmış, hassas midelere uygun değil. Burada tekne etrafında yüzme serbest ama biz yüzme molasını, alargada geceleyeceğimiz, Mallorca Adasının es Trenç sahilinde (Platja des Trenç) vermeye karar verip şamandıradan ayrılıyoruz. Cabrera adasından motor-yelkenle 10 nM yaparak ulaştığımız es Trenç’de havanın yönü itibari ile kafayı güneye çevirip 3 metreye demir atıyor ve 15 m zincir bırakıyoruz. Burası boydan boya uzanan, açık sarı renkli, pudra gibi ince ama vücuda yapışmayan kumluk sahil. Bir kısmı nüdist plaj olarak kullanılıyor. Bu arada bir izlenimimi yazmak istiyorum; enteresan bir şekilde nüdistler genellikle orta-ileri yaş grubu, gençlerde bu akım yaygın değil herhalde…Deniz molası çok keyifli geçiyor, deniz tertemiz, yemyeşil, balıklar ve deniz tabanı net gözüküyor, güneş yakıcı, hava ve dalga yok, Nilgün’ün tekne gezilerinde muzdarip olduğu akıntı hiç yok…Deniz Kaptan bile burada artık denize giriyor. Uzun süre sudan çıkamıyoruz. Akşam yemeği soslu makarna. İstikrarlı ve dengeli, tatlı bir salınım eşliğinde, demirde, rahat bir gece geçiriyoruz.
Es Trenc sahilleri
21.09.2018 (Seyir haritası, Rota-6)
Sabah 08 gibi uyanıyoruz, gece kara meltemi ile teknenin kafası yön değiştirmiş, karaya bakıyor. Hepimiz denize giriyoruz. Ayten ve Gönül Kaptanlar geleneksel su balelerini bu sefer kan-kan dansı (!) ile yapıyorlar. Mükemmel bir keyif. Sonrası, havuzlukta kahvaltı faslı, stoklarımızın son kalanlarını tüketiyoruz, zira bugün marinaya dönüş günü. Kahvaltı sonrası yine denize giriliyor ve ardından saat 10.30 gibi vira demir! Önce motor seyri ile adanın tam güneyi katedilip Cap Blanc burnunun feneri dönülünce Palma körfezi (Badia de Palma) açıklarında kuzey-kuzey-batıya yöneliyoruz, havanın da uygunluğu ile yelken açıyor ve motoru kapatıyoruz. Dümende Fuat Kaptan, hava 10-12 Kn ile 7.3 Kn hızı yakalıyor. Bu arada marinada yakıt pompasına giriş için acelemiz var, zira bizimle aynı gün La Lonja Marina’dan yaklaşık 200 yelkenli açıldı ve tümü bugün dönüyor. Açıktaki tüm tekneler aynı hedefe kilitlenmiş geliyorlar, kimisi yan yatmış, çoğu tam arma, kelebekler gibi bir manzara… Uzun süre yelken yaparak saat 13 gibi marinaya yaklaşıp yelken topluyoruz, hemen hemen ilk dönenlerdeniz. Marinada 3 adet yakıt pompası var, birine yanaşıyoruz. Bu arada ne kadar yakıt tüketildiğine dair iddialar ortaya atılıyor; sonuç beklentilerimizin çok altında, önemli ölçüde motor kullanmamıza rağmen, yaklaşık 170 nM’lik tam bir Mallorca Adası turu yapmamıza rağmen sadece 130 euroluk mazot harcamışız. Bu sırada, tekneyi aldığımız firma telsizden arayarak tuvalet boşaltma vanalarını açık bırakmış olarak (zira hemen başka bir gruba verecekleri için boş olması gerekiyormuş), marina içinde hafif ileri yolda beklememizi, tekneyi kendilerinin bağlayacağını belirtiyor. Bu sırada içinde 3 kişinin olduğu bir bot hızla bize yaklaşıyor, daha ne olduğunu anlamadan, bottan 2 kişi hareket halindeki teknemize korsanlar gibi tırmanıyorlar, havuzlukta bir karmaşa durumu ortaya çıkıyor. Dünya turu yapanların başına gelen korsanlık olaylarının sanki simülasyonu gibi…Birisi hemen dümeni alıyor, öbürüne bağırış-çığırış talimatlar yağdırarak yelkenleri açıyorlar, hasar olup olmadığını kontrol edip topluyorlar, sonra birisi tekrar cambaz gibi hareket halindeki tekneden hareket halindeki şişme bota atlıyor, teknede kalan ise gerekli manevraları yapıp tekneyi pontona kıçtan kara bağlıyor, biz oturuyoruz. Bu sırada teknenin pontona uzaklığını düzeltmek için kıç palamarlarını biraz gerdiğimizde, pontondaki ayağı aksayan görevli, belki de bunun yarattığı psikolojik nedenle, kaba ve saygısız bir şekilde bizi uyarıyor. Daha bitmedi; firma sahibi derhal tekneye girip, bizim eşyalar yol nedeni ile henüz ortalıkta iken, gerekli teslim alma kontrollerini yapıyor, sorular soruyor… Neyse, ortalık yatışınca, sağ-salim dönüş şampanyası niyetine cava’yı köpürtüp, gezi izlenimlerimizi paylaşıyor, temennilerde bulunuyor ve ardından eşyaları bırakıp şehre çıkıyoruz. Giderken yağmurlu, kapalı havada bıraktığımız Palma, şimdi pırıl pırıl güneşli, neşeli, hareketli, kalabalık, sıcak ve nemli…Akşam saat 18 gibi La Lonja meydanında buluşup, buradaki açık hava lokantalarından birinde akşam yemeğimizi, bu geziler için klasik (!) olarak, makarna ve pizza ile ifa ediyoruz. Geceleme teknede, sabah 08 gibi tekneyi terk etmemiz gerekiyor, uçuşumuz yarın 15’de yine Lufthansa ile ve Münich aktarmalı olacak.
Başlangıç ve bitiş hatıraları; aradaki 7 farkı bulunuz…
Marinadaki daha önce sağa sola çemkiren, bu arada bize de kaba şekilde uyarıda bulunmuş olan, ayağı aksayan görevli, bu sefer son derece nazik bir şekilde konuşarak, bizim için taksi ayarlamasını yapıyor: taksi havaalanına 15 euroya gidiyor. Bu gezide kişisel harcamalarımız hariç, aile başına 550 euro harcamışız. Her türlü hava-deniz koşulunda seyir yaptığımız, sağanak yağmuru, fırtınayı, kaba dalgaları ve tabii ki güneş ve neredeyse tropikal sıcaklık ve nemi yaşadığımız bu gezide, tüm ekibe, başta organizasyonu yapan, bilgi-deneyimini bizden esirgemeyen, maestro Murat Kaptan olmak üzere, son derece uyumlu, neşeli, sorunsuz ve nezih gezi arkadaşlıkları, dostlukları, kardeşlikleri için, pozitif ve tükenmeyen enerjileri ile Ayten Kaptan’a, Gönül Kaptan’a, Tuna Kaptan’a, Deniz Kaptan’a ve Fuat Kaptan’a sonsuz teşekkürler…Tabii ki sevgili eşim Nilgün Kaptan’a, tıbbi sorunlarına rağmen beni yalnız bırakmaması, tekne hayatı ve deniz sevgisi ile katılımcılığına ayrıca teşekkürler…Bir başka, belki de bir deniz aşırı seyirde (!) tekrar birlikte olma dileği ile…Hayal ve umut olmadan hiçbir şey gerçek olmaz…30.09.2018
Prof.Dr.Emin Yıldırım